28 Mayıs 2016 Cumartesi

Dünyayı Yöneten Aile “Rothschild Ailesi”

Dünyayı Yöneten Aile “Rothschild Ailesi”

Ne kadar doğrudur buna siz karar verin, gerçekten örneklerle verilmiş güzel bir yazı:

 

Dosya:Symbol- Beit Hashimshony.jpg

Kurucunun 5 oğlunu temsil eden oklar

Ülkemizin neden bölünmesi isteniyor? Gazi Mustafa Kemal’in bildiği ve bizi uyardığı hitabenin ne anlama geldiği…

 Sağ-sol ayrımı, gerçekte de var mıdır? İşte bu soruların bir kısmının yanıtı;

 

Bilinen Tarihin Bilinmeyen Yanları

 

Hitler, dünya tarihindeki gelmiş geçmiş en faşist ve psikopat lider olarak bilinir.

 Çoğu kişi, Hitler’i şizofrenin eşiğinde olan, fanatik Alman milliyetçisi psikopat bir lider olarak tanır. 

Ancak gerçekte hiç kimse, Hitler hakkında bildiklerinin kendilerine anlatılan resmi tarih senaryosundan başka bir şey olmadığını bilmez.

 Hitler, hakkında en çok komplo teorisi uydurulan tarihi liderlerden birisidir. 

ABD’de sivri çıkışları ve dürüst kişiliği ile tanınan Texas Üniversitesi tarih profesörlerinden Texe Marrs’ın 2007 Mayıs’ında çıkan kitabının adı; “Bilinen Tarihin Bilinmeyen Yanları”. Kitapta;

– Dünyayı yöneten Yahudi ailesi: Rotschild

– Osmanlı devletinin planlı olarak nasıl dağıtıldığı

– Arap birliğinin nasıl parçalara ayrıldığı

– 1. Dünya Savaşı

– Kukla Diktatör Hitler

– 2. Dünya Savaşı

– İsrail devletinin kuruluşu

– Kennedy Suikasti

– MOSSAD suikastleri

– 11 Eylül saldırıları

olmak üzere 10 bölüm yer alıyor. 

Bu bölümlerde yazarın savunduğu iddialar, kanıtlarla net bir bicimde ortaya koyuluyor. 

Öncelikle son yıllarda Türkiye’de ortaya çıkan Hitler hayranlığına ve “Türk Nasyonal Sosyalizmi” gibi kavramlara bir cevap olarak Hitler’in tarihi kimliğinin ardında yatan karanlık bağlantıları ana hatlarıyla sizlere aktarmaya çalışacağım.

 

DÜNYAYI YÖNETEN AİLE: ROTSCHILD AİLESİ

 

Çoğu kişi, Rotschild ailesinin adını bile bilmez. Bu ailenin adı, ne Forbes dergisinin düzenlediği “Yılın Zenginleri” bölümünde yer alır, ne de dünya jet-sosyetesinin partilerinde geçer.

 Ancak birçok ülkenin diplomatı, bu ailenin adını duydukları zaman beş dakika durmak zorundadır. 

Çünkü bu aile, dünya tarihi sahnesinde 1590 yılından beri vardır ve dünya, bu Yahudi ailesinin çok gizli faaliyetleri neticesinde bugünkü seklini almıştır.

 Çoğu kişi, dünyada hiçbir ailenin böylesine bir gücü elinde tutabileceğine inanamaz. 

Çünkü bir ailenin böylesine siyasi ve ekonomik bir gücü nasıl elde ettiğini bilmiyordur.

 Öncelikle sunu belirtmeliyim ki aile derken üç-beş kişilik çekirdek bir aileden bahsetmiyorum. 

Rotschild ailesinin bugün 1000-1500 civarında ferdi olduğu bilinmektedir. 

Bu aile fertlerinin her biri, dünyanın gelişmiş, ya da gelişecek olan ülkelerinde, çok derin faaliyetler sürdürmek üzere dağılmışlardır. 

Dünyada olan her siyasi ve ekonomik gelişmeyi, İsrail devletinin çıkarlarına uygun düşecek şekilde düzenlemek en kutsal görevleridir.

Ailenin geçmişi, 16.yüzyıla dayanıyor. Aile, İngiliz Kraliyet Saraylarında kralın yaverliğini yapan bir aile olarak ortaya çıkıyor önceleri. 

Kralın izlemesi gereken siyaseti ve dış politika stratejilerini bu aile belirliyor.

 Sadece bununla da yetinmeyip kraliyet saraylarındaki tüm ihaleleri kazanarak bu ihaleleri başarıyla sonuçlandırıp, hatırı sayılır bir servetin de sahibi oluyorlar.

İngiliz saraylarındaki kariyerleri sayesinde kolayca kazandıkları astronomik paralarla tarihin ilk bankacılık faaliyetini gerçekleştirip,

 İngiliz çiftçilerine de astronomik faizlerle tarım kredisi vermeye başlıyorlar ve 50 sene geçmeden neredeyse İngiltere devletinden daha zengin bir hale geliyorlar. 

Faaliyet alanını iyice geliştirip derinleştiren Rotschild ailesi, Avrupa’daki tüm imparatorlukların saraylarında söz sahibi oldu. 

Sadece İngiltere’de değil, Avrupa’nın dört bir yanında tarımla uğraşan insanlara yüksek faizle kredi vererek, altın ve gümüş komisyonculuğu yaparak servetlerini iyice büyütüyorlar.

Ekonomik gücü, aklın ve mantığın sınırlarını zorlamaya başlayan Rotschild ailesi, daha da karanlık ve karlı bir ise girişiyor.

 İşin adı; “Savaşa giren devletlere faizle borç vermek”. Bunun ilk icraatını İngiltere-Fransa savaşında gerçekleştiriyorlar. 

İngiltere’ye savaşa girmesi için faizli borç olarak 35 ton altın veriyorlar.

 İngiltere, Fransa karşısında yeniliyor ve Rotschild ailesine olan borcunu ödeyemiyor. 

Borcun oluşturduğu mükellefiyetten dolayı, İngiliz Merkez Bankası; yani Bank of England, Rotschild ailesine devrediliyor.

Rotschild ailesi, İngiliz devletinin bu devretme işlemini bir şartla kabul ediyor: 

İngiliz sterlinini kendilerinin basması şartı. İngiliz hükümeti, bu şartı o dönemde kabul etmek zorunda kalıyor ve İngiliz sterlinini basma yetkisi, bu Yahudi ailesine veriliyor. 

Görünüşte ekonomi hakkında pek bilgisi olmayan arkadaşlar için bu durum pek bir şey ifade etmeyebilir. 

Para basma yetkisini başka bir kuruluşa ya da şirkete vermek demek, aynı zamanda ülkenin bağımsızlığını da bu kuruluşa satmak demektir. 

Çünkü bir ülkenin bankası, o ülkenin parasını basarken bastığı para karşılığında o ülkenin hazinesine değerli maden koymak zorundadır. 

Örneğin Türkiye Merkez Bankası, devlet matbaasında 20 YTL basıyorsa eğer, devlet hazinesine de 20 YTL değerindeki altını, elması ya da petrolü koymak zorundadır. 

Aksi halde basılan para, kağıt parçasından başka bir şey olmaz. İşte Rotschild ailesinin de yaptığı şey budur.

İngiliz sterlinini basarak İngiliz hükümetine faizle borç olarak vermiş ve karşılığında altın ve elmas almıştır. Bu şekilde bir yılda 12 ton altın kar ettiği ekonomi tarihçileri tarafından söylenir.

 Rotschild ailesinin en büyük girişimi, ise İngiltere ile Amerika’daki kolonilerin savaşı olmuştur. Savaş sırasında Rotschild ailesi, çok gizli bir biçimde Amerikan kolonilerini desteklemiştir. 

Amerika’nın İngiltere’ye karşı direnişini yöneten kişilere yüklü miktarda silah yardımı yapılmış, İngiltere’nin bu savaşta yenilmesinin sağlanacağı garanti edilmiş ve karşılığında, kurulacak olan Amerika devletinin resmi para birimini basma yetkisi istenmiştir.

 İngiltere ile savaş konusunda çok umutsuz olan başkan Washington ve ekibi, bu teklifi hiç düşünmeden kabul etmiştir. Aile, böylece günümüzde tüm dünyada çok popüler olan Amerikan dolarını basma yetkisini elde etmiştir.

Savaşı Amerikan kolonileri kazanmış ve İngiltere, Amerika’dan elini ayağını çekmek zorunda kalmıştır. 

Savaştan yenik çıkan İngiltere, bu sefer Amerika’ya yardim ettiği için Fransa’ya saldırmıştır.

 İngiltere, Rotschild ailesinin kendilerine finansal destekte bulunacağına güvenerek bu savaşa girdiyse de Rotschild ailesinden umdukları desteği bulamamışlardır. Rotschild ailesi, el altından Fransa’yı destekleyerek Amerikan kolonilerinin bağımsızlığını garantilemek istemiştir. 

Bir taraftan da İngiliz borsası üzerinde spekülasyona girişmiştir. İngiltere-Fransa savaşı sırasında borsada müthiş bir hareketlenme olmuş ve borsada oynayan halk, savaşı kazanacaklarını düşünerek girişimlerini arttırmışlardır. 

Bunu fırsat bilen Rotschild ailesi, “İngilizlerin savaşı kazandığı” iddiasını ortaya atarak İngiliz halkının her şeyini borsaya koymasını sağlamıştır.

 Ancak, generaller ve ordudan geriye kalanlar yurda döndüğünde, İngiltere’nin savaşta kaybettiği ortaya çıkmıştır. 

Borsa, anormal derecede yükselmiş ve böylece kağıtları elinde tutan Rotschild ailesi, bu ticaretten en karlı çıkan isim olmuştur. İngiliz tarihçilerin “Kara eylül” diye nitelendirdiği bu olay ile Rotschild ailesi, adeta İngiltere devletinin mülkiyetini ele geçirmiştir. 

İyice gelişen Rotschild ailesi, Kenan diyarında Tanrı’nın kendilerine vaat ettiği kutsal İsrail devletini kurmak için hazırlığa başlamıştır. 

Osmanlı Devleti’nin parçalanması için gerekli olan her şeyi yapmışlardır.

Osmanlı devletine komşu olan ülkeleri finanse ederek Osmanlı’ya karşı savaşmaları için kışkırtmışlardır. 

Böylelikle sudan bahanelerle Osmanlıya saldıran Rusya, Avusturya ve diğer komşu devletler, Osmanlıyı askeri ve ekonomik güç olarak iyice yıpratarak azınlık unsurların ayaklanmasını sağlamışlardır. 

Osmanlı devleti, nereye koşacağını şaşırmış ve neticede isyan eden azınlıkların ayrı devletler kurmasına engel olamamıştır.

Osmanlının en çok dış borcu, Rotschild ailesinin sahibi olduğu “Bank of England” bankasınadır. 

Osmanlı Devleti, Rotschild ailesine olan borcunu ödeyecek durumda olmadığından Rotschild ailesi bunu fırsat bilmiş, Osmanlıya iğrenç bir teklifte bulunmuştur. 

Sultan 2. Abdülhamid ile görüşen Lord Baron Rotschild, “Kudüs şehrinin, Filistin’in, Suriye’nin ve Güneydoğu Anadolu bölgesinin, yeni kurulacak olan Yahudi devletine verilmesi karşılığında, Osmanlı devletinin tüm dış borcunu silme ve Balkanlar’da, Afrika’da kaybettikleri toprakları geri verme” teklifinde bulunmuş, ancak Abdülhamid, teklifi şiddetle reddetmiştir. 

Abdülhamid, dînen böyle bir tutum sergileyerek büyük bir sevaba girmişse de Osmanlı devletinin yıkılma sürecini hızlandırmıştır. 

Daha sonraları Enver Paşa, Abdülhamid’in bu tutumunu tarihi bir hata olarak değerlendirmiştir. 

Enver Paşa’ya göre Kudüs şehri ve Kenan diyarı, Yahudilere geçici olarak verilmeli ve Osmanlı, tekrar eski gücüne kavuştuktan sonra bu topraklar geri alınmalıydı.

 Atatürk’e göre ise Osmanlı devleti, böyle bir şey yapsaydı bile yıkılmaktan kurtulamazdı; çünkü Osmanlı üzerine korkunç oyunlar oynanıyordu. 

Özetleyerek anlattığım bu süreçten sonra Rotschild ailesi bütün gücüyle 1. Dünya savaşının çıkmasını tezgahlamıştır.

Rotschild ailesinin hesaplarına göre 1. Dünya savaşı ve Arabistanlı Lawrence’nin faaliyetleri, Arapların birçok parçaya bölünmesi ve İsrail devletinin kurulması için yeterliydi.

Savaş gerçekleşmiş, Almanların önderliğindeki İttifak devletleri grubu savaşı kaybetmişlerdi. 

Rotschild ailesinin hesapları tutmuş ve İsrail devletinin resmi kurulusunun ilan edilmesine ramak kalmıştı. 

Ancak tarihi rüyaya çeyrek kala Rotschild ailesi, ayrıntılarda küçük bir hata yaptığını fark etti. İsrail devleti kurulmaya hazırdı; ama, dağ ve ovalardan ibaret olan İsrail topraklarında kim yaşayacaktı? Avrupa’nın gelişmiş kentlerindeki rahatlığa alışmış olan Yahudiler, İsrail’de yasamaya nasıl ikna edilecekti ? Esas sorun buydu. Bu sorunun giderilmesi için Rotschild ailesi radikal kararlar aldı ve yeni bir savaş için gerekli olan ortam hazırlanmaya başlandı.

KUKLA DİKTATÖR HİTLER’İN ORTAYA ÇIKIŞI ve 2. DÜNYA SAVAŞI

Almanya, Birinci Dünya savaşından adeta bir enkaz halinde ve oldukça demoralize bir biçimde çıkmıştı. Devlet, tüm ekonomik ve askeri gücünü kaybetmişti ve çok ağır yaptırımlar içeren savaş tazminatı anlaşmalarına imza atmışlardı. Ancak Almanya’nın borçlu olduğu ülkelerin merkez bankalarının %85’i Rotschild ailesine ait olduğundan Almanya, nerdeyse sadece Yahudi Rotschild ailesine borçluydu. Rotschild ailesi, Almanya’nın, bu yüklü borcun onda birini dahi ödeyemeyeceğini biliyordu. Rotschild ailesi, Alman Merkez Bankasının kendilerine devredilmesi karşılığında dış borçlarının silinmesini teklif etti ve Almanlar, teklifi kabul etmek zorunda kaldı. Aslında bu durum, sonun başlangıcıydı. Bırakın savaşacak parayı ve silahı, savaşta askere alacak erkek vatandaşı bile kalmayan Almanya, tekrar tüm dünyaya kafa tutacak gücü nereden ve nasıl bulabilirdi? Bunun için ancak Tanrının yardımı gerekirdi. Ancak daha onlar intikam planını yapmadan önce, Rotschild ailesi, onlar için çok gizli bir plan yapmıştı bile. Bu plana göre sahte; ama çok inandırıcı bir faşizm rüzgarı, Avrupa’da esecek ve Yahudilere en ince ayrıntısına kadar planlanmış bir şekilde şiddet ve baskı uygulanarak İsrail’e göç etmeye mecbur bırakılacaklardı.

Bu planın ilk bölümü, Almanya’nın ekonomisinin ayağa kaldırılması ve hızla silahlanmasının sağlanmasıydı. Muazzam bir ekonomik ve askeri güce kavuşan Almanya’nın başına 1. Dünya savaşında er olarak savaşan fanatik milliyetçi Hitler getirildi. İtalya ise Alman Faşizmi’nin etkisi altında kalmış ve iktidara Mussolini gelmiştir. Mussolini’nin iktidara gelmesi, Rotschild ailesinin bir planı değil; kendiliğinden gelişmiş bir olaydı; ama bu durum, Rotschild ailesinin ekmeğine yağ sürmüştü.

Hitler, hitabet yeteneği ve ürkütücü karizması ile Alman halkını yediden yetmişe peşinden koşturmuştur. Hitler’in konuşmalarında ve toplantılarında ise şaşırtıcı bir bicimde ana hedef, Yahudilerdir. Hitler’in iktidara gelmesinden önce kardeş gibi bir arada yaşayan Alman ve Yahudi halkları, birbirlerine hiçbir zararlarının dokunmamasına rağmen oluşturulan yapay kaos ortamı yüzünden birbirleri ile kanlı bıçaklı hale gelmişlerdir.

Savaştan önce Yahudi işadamlarına Nazi gençlerinin düzenlediği saldırılar, ev kundaklamalar ve cinayetler ortamı iyice germiştir. Zengin olan Yahudiler, bir yolunu bulup Almanya’yı terk etseler de, fakir olan zararsız Yahudiler, bir yere gidecek paraları olmadığından oldukları yerde kala kalmışlardı . O dönemler savaş dönemleri olduğundan Almanya’nın dışına çıkmak için büyük paralar ve bazı önemli bağlantılar şarttı.

Hitler, savaşı başlatmış ve Almanya’nın sahte intikam harekatı başlamıştı. Almanya, savaşın ilk yıllarında başarı göstermiş ve Fransa, Yugoslavya, Çekoslovakya, Avusturya ve Belçika gibi ülkelerin tamamını çok kısa sürede ele geçirmişti. Özellikle Paris’e 2 saatte giren Nazi orduları İngiltere ve İspanya’nın iyice ürkmesine neden olmuştur.

İngiltere’yi hava saldırıları ile darmadağın eden Nazi orduları bir taraftan da sözde Yahudi soykırımı yapmaya başlamıştır. Yahudiler, bir bir katledilmiş ve imha fırınlarında yakılmıştır. Ortada öyle korkunç bir ortam vardır ki, savaştan sonra bölgeyi teftişe gelen Amerikalı generaller bile uçaklarından iner inmez havadaki pis kokudan dolayı hava alanında kusmuşlardır. Havadaki pis kokunun nedeni ise sürekli olarak yakılan insan cesetleri ve çürümüş cesetlerdir. Savaştan sonra tam bir korku ülkesine dönen Almanya’da ortaya atılan iddialara göre neredeyse hiç Yahudi bırakılmamıştır. Ancak Sovyet araştırmacılar, durumun hiç de öyle olmadığını, savaşta katledilenlerin sadece %15’inin Yahudi olduğunu net ve çarpıcı belgelerle kanıtlamışlardır. Bu belgelere göre savaşta öldürülenlerin çoğu, Ermeni, Çingene ve Polonyalılardı . Geriye kalan zengin Yahudiler, Rotschild ailesinin kurduğu paravan şirketler aracılığı ile ve Amerikan askerlerinin denetiminde, gizlice (Amerika’ya değil) İsrail’e kaçırılmışlardır.

İsrail’e getirildikleri dönemden İsrail devleti kuruluncaya kadar olan süreçte tabiri caizse Allah’ın dağında prefabrik usulü yapılmış evlerde kalmışlar ve büyük zorluk çekmişlerdi. Kaçmak için girişimlerde bulunanlar ise Tevrat’ın emrettiği bir biçimde idam edilmişlerdir. Neticede yaratılan sahte milliyetçi bir hava ile sözde Yahudi soykırımı yapılmış, tüm dünyada Yahudilere yönelik şiddet eylemlerine girişilmiş ve Yahudiler, İsrail’e göç etmek zorunda bırakılmışlardır. Yani Rotschild ailesi, 1. Dünya savaşında yarim bıraktığı işi 2. Dünya savaşında tamamlayabilmiştir. Aşırı dindar bir aile olan Rotschild ailesi, kendilerine göre, Tanrı’ya olan sözü yerine getirmiştir.

BAŞKAN KENNEDY’NİN ORTADAN KALDIRILMASI

2. Dünya savaşından sonra kurulan İsrail devletinde her şey, 1960 yılında John Fitzgerald Kennedy’nin Amerikan başkanı olmasından sonra değişmiştir. Kennedy, Amerikan tarihinin en genç Başkan’ıdır ve aynı zamanda ilk Katolik Başkandır. Kennedy’den önce Amerika’da Katolik bir başkan hiçbir zaman olmamıştır. John F Kennedy’nin babası olan Joseph Kennedy de politikacı olup aynı zamanda İngiltere büyükelçiliği yapmıştı. Ne babası, ne de başkan Kennedy ,Yahudilerle iyi geçinemiyorlardı.

Babası büyükelçilik yaptığı dönemde Londra’da Yahudilerin boy hedefi haline gelmiş ve çeşitli saldırılara maruz kalmıştı. Sigmund Rotschild, Kennedy’ye “başkan seçildiğinde Ortadoğu’da İsrail tarafını tutan bir politika izlemesi karşılığında, milyonlarca doları bulan secim kampanyası masraflarını karşılamayı” teklif etmiştir. Ancak Kennedy, böyle bir teklifin bir daha yapılmamasını rica etmiş ve kendisini hakarete uğramış hissettiğini belirttirmiştir.

Kennedy, İsrail lobisinin Amerikan devleti üzerindeki faaliyetlerinden son derece rahatsızdı. Kennedy’ye göre lobilerin faaliyetleri, Amerikan bağımsızlığına vurulmuş bir darbeydi.

KENNEDY İLE İSRAİL BAŞKANI BEN GURION’UN NÜKLEER KAVGASI

İsrail, kurulduğu günden beri Ortadoğu’da süper güç olma hayali ile hareket etmiştir. Bu yüzden İsrail Devleti, hızlı bir “nükleer silahlanma programı” izlemeye başlamıştır. İsrail’in Dimona çölü’nde kurduğu nükleer santralinde peynir-ekmek gibi atom bombası ve nükleer başlıklı füzeler üretmesi başkan Kennedy’yi çok rahatsız etmiştir. İsrail’in nükleer füzelerinin Ankara, İstanbul, sam, Tahran, Bağdat ve Riyad gibi şehirleri vuracak kapasitede ve menzilde olması, Kennedy yönetimini önlem almaya mecbur bırakmıştır. Kennedy, Ben Gurion’a yazdığı sert bir uyarı mektubunda “İsrail’in nükleer programını durdurmaması durumunda Amerikan yönetiminin yaptırım uygulamaktan kaçınmayacağını” belirtmiştir.

Ben Gurion da cevap olarak gönderdiği mektupta Kennedy’ye “genç Adam” diye hitap etmiş ve bazı ağır ithamlarda bulunmuştur. Bu mektuplaşmalar, iyice çığırından cıkmış ve hakaretleşmeye dönüşmüştür. Bu durum üzerine tepki olarak Ben Gurion, istifa etmiştir. Ünlü Yahudi politikacı Henry Kissinger, “İsrail’in nükleer programına son vermesi, İsrail’e büyük zarar verir.” diyerek Kennedy’yi ikna etmeye çalışmış; ancak başarılı olamamıştır.

Kennedy, bununla da yetinmemiş ve 4 Haziran 1963’te Amerikan Temsilciler Meclisi’ne danışarak çıkarttığı 11110 sayılı kanunla Amerikan Dolar’ını basma yetkisini Rotschild ailesine ait olan Federal Rezerve Bank’ın elinden alarak Amerikan Merkez Bankası’na vermiş ve “bir ülkenin parasının denetimin şahısların elinde olmasının büyük bir sorun olduğunu” belirterek kendi sonunu hazırlamıştır. Federal Rezerve Bank, İsrail’in en büyük gelir kaynağıdır, tabiri caizse şahdamarıdır. Kennedy, dolar basma yetkisini Federal Rezerve Bank’ın elinden alarak adeta İsrail’in şahdamarını kesmiştir.

Neticede İsrail için Kennedy’nin etkisiz hale getirilmesi, farz olmuştur. Kennedy’nin seçimleri kaybetmesini beklemek bos bir umuttu; çünkü Kennedy, halktan büyük destek görüyordu. Kennedy’ye seçimler kaybettirilse bile sonradan kazanması yüksek ihtimaldi. Üstelik Kennedy’nin kardeşi de gelecek vaat eden bir politikacıydı. Tek bir çare gözüküyordu. O da suikastti. Kennedy, bir şekilde öldürülürse Amerikan yasaları gereği yerine yardımcısı getirilecekti. Kennedy’nin yardımcısı, Lyndon Johnson’du. Johnson, tam bir İsrail taraftarıydı. Üstelik Kennedy ile hiç iyi geçinemiyordu. Söylentilere göre Kennedy, kendisini kovmaya çalışıyordu. İsrail, suikast kararı alır ve bunu, Amerikan derin devleti içindeki bağlantılarını kullanarak gizlice uygulamaya koyar. Kennedy’yi öldürmek için en uygun ortam, seçim kampanyaları için geleceği Dallas’tır.

Dallas’ta her zamanki gibi üstü açık araba ile halkı selamlayacak olan Kennedy’yi korumakla görevli CIA ajanları, özel olarak ayarlanacak ve başkanın güvenliği sabote edilecekti. Böylece suikast çetesi, Kennedy’yi rahatlıkla öldürebilecekti.

Suikast çetesi için değişik rivayetler vardır. Kimileri, Kennedy’yi Fransız suikast çetesinin öldürdüğünü, kimileri ise Kübalı sürgünlerin öldürdüğünü iddia eder; ancak kesin olan bir şey var ki, Kennedy’yi öldürenler, çok profesyonel ve acımasız keskin nişancılardan (sniper) oluşan bir suikast timidir.

Kennedy’nin ziyaretinden önce, 

yani 21 Kasım 1963 akşamı Dallas’ta bardaktan boşalırcasına yağmur yağmıştır. 

Ancak şehir halkı, buna rağmen başkanı en iyi şekilde karşılamak için elinden geleni yapmıştır.

 22 Kasım 1963 sabahı Washington D.C.’den Air Force One uçağı ile gelen başkan Kennedy ve eşi, 

sabah 09’da şehir merkezinde Dallas valisi Connaly ile birlikte kahvaltı ettikten sonra üstü acık bir limuzine binerek halkı selamlamaya başlamışlardır. 

Tam 6 aracın olduğu kortejde en son arabada başkan Kennedy ve Vali Connaly vardır.

 Önde motosikletli SS korumalar ve yanda CIA ajanlarının bulunduğu arabalarla Kennedy’nin arabası Kortejle birlikte Elm caddesinden Houston’a doğru beklenmedik bir dönüş yapar. 

O sırada silah sesleri yükselmeye başlar. 

Polisler, telsizle anons etmeye baslar: “Korteje ateş ediyorlar yere yatın” diye.

Tam 6 el silah sesi duyulur.

 Birinci mermi arabayı ıskalar ve alt geçitte bekleyen Edmund Harris adındaki taksi şoförünün kulağını parçalar. 

İkinci mermi Kennedy’yi tam omzundan vurur. Üçüncü mermi Kennedy’yi ıskalayıp ön koltuktaki vali Connaly’i omzundan vurur. 

 Dördüncü mermi Kennedy’yi boynundan vurur, ayni mermi başkanın vücudundan çıkıp Vali Connaly’i sırtından vurur. 

Besinci mermi arabayı ıskalayıp dikiz aynasını kırıp dışarı çıkar. 

Ve Altıncı mermi… 

Altıncı mermi başkan Kennedy’yi tam kafasından vurur. başkanın kafasını parçalayan mermi bulunamaz.

Suikasttan sonra yapılan araştırmalarda Kennedy’yi sözde komünistlerden vatan haini Lee Harvey Oswald’in vurduğu iddia edilir. 

Ortada altı mermi olmasına rağmen Oswald’in tek katil olduğu görüşüne varılır. 

İddialara göre Oswald, Texas Okul kitapları bürosunun altıncı katındaki pencere dibinden İtalyan yapımı “Mannlicher Caracano” marka sniper tüfeği ile altı kez ateş ederek başkanı öldürmeyi başarmıştır. 

Lee Harvey Oswald, apar topar hapsi boylamıştır. 

Deliller, birden çok sayıda keskin nişancının olduğunu göstermesine rağmen,

 İsrail denetimindeki Amerikan derin devleti, suçu Lee Harvey Oswald’in üzerine atarak diğer delilleri bir bir yok etmiştir. Suikasti gören 57 kişi ölü bulunmuş, ölümler kaza veya intihar ile açıklanmıştır. 

Lee Harvey Oswald ise suikasttan iki gün sonra, mahkeme çıkışında yüzlerce FBI ajanı ve polisin arasında Yahudi bir bar isletmecisi olan Jack Ruby tarafından öldürülmüştür. 

Bu Amerikan milliyetçisi Yahudi, Lee Harvey Oswald’i öldürmesinin nedenini ise “komünistlerden Amerika’nın aldığı intikam” olarak yorumlamıştır.

Birden çok sayıda keskin nişancı tarafından vurulan Kennedy’nin otopsisini Amerikan ordusundaki üst düzey amiral ve generaller yürütmüş ve otopsideki suikast delillerini bir bir sabote etmişlerdi. 

Ailesi, Kennedy’nin kafasının kesilerek incelenmesini ve böylelikle gerçek suikastçilerin bulunmasını istediğinde ise, Amerikan birimleri konuyu şiddetle reddetmişlerdir. 

Kennedy apar topar gömülerek konu örtbas edilmiştir. 

başkan Kennedy’nin suikast sonucu öldürülmesinden sonra başkan adayı olan kardeşi senatör Robert Kennedy de bir basın toplantısı sırasında İsrail işbirlikçisi Filistinli bir genç tarafından kurşunlanarak öldürülmüştür.

KENNEDY SUİKASTİNİN SONUÇLARI

İsrail, Kennedy’nin kapattığı Dimona çölündeki nükleer santralini tekrar açmış ve nükleer silah üretimine eskisi gibi devam etmiştir. 

 Başkan Kennedy’nin çıkarttığı, Federal Rezerve Bank’ın elinden Amerikan dolarını basma yetkisini alan 11110 sayılı kanun iptal edilmiş ve Amerikan dolarını basma yetkisi, tekrar Rotschild ailesine ait olan Federal Rezerve Bank’a verilmiştir.

II. Dünya savaşından sonra ılımlı ve sakin bir politika izleyen Amerika devleti, 

özellikle Kennedy suikastinden sonra soğuk savaş sürecini de başlatmıştır. 

Amerika ile Sovyet Rusya arasındaki soğuk savaştan tüm dünya devletleri çok olumsuz yönde etkilenmiştir. 

Amerika ile Sovyet Rusya arasındaki silahlanma rekabeti, adeta bir sidik yarısına dönmüştür.

Amerika, tüm dünya genelinde emperyalist faaliyetlerine hız vermiş ve Vietnam’a saldırmıştır. 

Vietnam’da binlerce kişinin ölmesine ve birçok ülkenin bu savaştan dolaylı olarak zarar görmesine neden olmuştur.

Amerika’da İsrail lobisi ise iyice pervasızlaşmış ve yönetimde söz sahibi olmuştur.

 Amerika, İsrail Devletinin yaptığı katliamlara sesini çıkaramaz hale gelmiş ve İsrail ile suç ortaklığı yapmaya başlamıştır. 

En basitinden örnek vermek gerekirse İsrail devletinin çok gizlice yürüttüğü “Samuel Vanunu’yu kaçırma operasyonu”na istemeden şahit olan bir Amerikan Firkateynindeki 23 deniz piyadesi,

 İsrail hücum botları tarafından açılan ateşle öldürülmüştür. 

Denize düşüp kaçmaya çalışan askerler bile İsrailliler tarafından öldürülmüştür.

 Olayın başına sızmasına izin verilmemiş ve Yahudilerin kontrolündeki Amerikan basını, konuyu haber bile yapmamıştır.

CIA, tüm dünyada “komünizmle mücadele” doğrultusunda adına GLADIO denilen ve Beyrut’taki gerilla kamplarında eğitilen katillerden ve paralı askerlerden oluşan gizli bir ordu hazırlamış ve bu paralı katilleri maaşa bağlayarak dünyanın her yerinde komünistleri ve sol düşüncelileri öldürmekle görevlendirmiştir. 

Bu bağlamda Türkiye’deki sağ-sol çatışmaları, siyasi amaçlar için işlenen cinayetler, katliamlar, terörist eylemler, 

Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilmesi ve 12 Eylül darbesi, hep Gladio’nun eserleridir. 

Gladio ordularının kurulması, ne tesadüfse Kennedy suikastinden hemen sonraya denk gelir.

 Amerika’nın “Büyük Ortadoğu Projesi” başlamıştır.

“Büyük Ortadoğu Projesi”nin diğer adı ise “Büyük İsrail Devleti Projesi”dir.

Kennedy suikastinden sonra Büyük İsrail Devleti Projesine hız verilmiştir. 

Büyük İsrail Devleti, Tevrat’ta Tanrı Yehova’nın Yahudilere vaat ettiği topraklardan oluşmaktadır. 

11 Eylül saldırıları, Münih’teki eylemler ve daha birçok terörist eylem aslında Büyük İsrail Devleti projesinin bir parçasından başka bir şey değildir.

 Bazı arkadaşlar, Büyük Ortadoğu Projesini sanki yeni bir şeymiş gibi algılıyorlar. 

Bu arkadaşlar, kitap falan pek okumadıkları için ne duysalar ona inanıyorlar. 

Büyük Ortadoğu projesi, yeni bir şey değil ki. Yüzyıllardır var olan bir proje…

 Osmanlıların yıkılması, Arapların parçalanarak bir sürü ülkeye bölünmesi, 

Türkiye’deki terör eylemleri ve istikrarsızlık ve Irak, Iran gibi ülkelerin periyodik olarak neredeyse her on yılda bir sorun çıkarması rastlantı olmasa gerek!

25 Nisan 2016 Pazartesi

Söz vermeden önce ‘İnşallah' demeyi unutmayın

Gelin ey dostlar, madem Rabb’imiz bize, söz vermeden, yahut bir fiili yapmadan önce ‘inşallah' demeyi emrediyor, bizler de her sözümüzün başına bu sihirli kelimeyi getirmeyi unutmayalım. Hem kendimiz yapmaya gayret edelim bu güzel özelliği hem de ailemize, dostlarımıza, arkadaşlarımıza teklif edelim.
Söz vermeden önce ‘İnşallah' demeyi unutmayın

“Hiçbir konuda, 'ın dilemesine bağlamaksızın, ‘Ben yarın mutlaka şöyle şöyle yapacağım.’ deme! Ancak dilerse (yapacağım de)” ayeti gereğince Müslüman yapacağı her işten önce ‘inşallah' demeyi düstur edinmeli.

‘Yarın mutlaka sana uğrarım.'
‘Bu hafta sonu Avrupa'ya gideceğim.'

Müslümanlar açısından, istediğiniz kadar sıralayabileceğiniz bu cümlelerin bir eksiği var? Bu ifadeler, yapılacak işi Yaratıcı'nın dilemesine havale etmeden, yani başlarına ‘inşallah' ( dilerse) ifadesi getirilmeden söylenmiş sözler. Halbuki Rabb’imiz, kullarından bu konuya öylesine ehemmiyet vermelerini istiyor ki, bu sözün unutulması halinde ise kendisini zikretmesini ve af dilemesini istiyor inananlardan.
Konuyla ilgili şöyle bir rivayet vardır. Müşrikler, Peygamber Efendimiz'e (sas) Zülkarneyn ve ruh gibi konularda sorular sorar. Peygamberimiz, “inşallah” ifadesini söylemeden, “Size yarın cevap vereceğim.” buyurur. Cenab-ı Hakk, Efendimiz'e vahyi on oniki gün geciktirir. Müşrikler bu sürede üzücü konuşmalarla Efendimiz'e yüklenmeye başlayınca, "Hiçbir konuda, 'ın dilemesine bağlamaksızın, ‘Ben yarın mutlaka şöyle şöyle yapacağım.’ deme! Ancak dilerse (yapacağım de). Bunu unuttuğun takdirde 'ı zikret ve, “Umarım ki Rabb’im, doğru olma yönünden beni daha isabetli davranışa muvaffak kılar.” (Kehf Sûresi 23-24) ayetleri indirilir.

Acz ve fakr içinde olan insanın, azim ve iradesi istediği bir şeyin meydana gelmesi için yeterli değildir. Kul, cüz'i iradesiyle, olan bitenin hepsine vakıf olamayacağı için kendini küll'i iradeye teslim etmeli. Öylesine teslim etmeli ki, yapacağı her işten, davranıştan önce ‘inşallah' demeyi düstur edinmeli. Şayet mü'min, ‘inşallah' demeyi unutsa bile, Yüce (cc), kulunun kendisini tesbih ve istiğfarla anmasını, zikretmesini, yaptığı hatayı telafi yoluna gitmesini emrediyor.

Gelin ey dostlar, madem Rabb’imiz bize, söz vermeden, yahut bir fiili yapmadan önce ‘inşallah' demeyi emrediyor, bizler de her sözümüzün başına bu sihirli kelimeyi getirmeyi unutmayalım. Hem kendimiz yapmaya gayret edelim bu güzel özelliği hem de ailemize, dostlarımıza, arkadaşlarımıza teklif edelim.


SALİH YUSUFOĞLU

Ya Musa! Rabbimizi yemeğe davet ediyoruz

Musa Aleyhisselâmın ümmeti:

— Ya Musa! Rabbimizi yemeğe davet ediyoruz. Buyursun bir gün misafirimiz olsun. Nemiz varsa ikram etmeye hazırız, dediklerinde Musa Aleyhisselâm, onları azarladı. «Nasıl olur, Allah (haşa) yemekten, içmekten ve mekândan münezzehtir» diyerek bir daha böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmemelerini tenbihledi. Fakat Musa Kelîmullah Turu Sina'ya çıkıp, bazı münasaatta bulunmak istediğinde, Allah tarafından şöyle nida olundu:

— «Ya Musa neden kullarımın davetini bana getirip söylemiyorsun?»

Musa Aleyhisselâm: «Ya Rabbi, böyle daveti size gelip söylemekten haya ederim. Nasıl olur, Zatı Ulûhiyetiniz onların söylediklerinden beridir» dedi.

Allah (c.c.): «Söyle kullarıma, onların davetine Cuma akşamı geleceğim» buyurdu.

Musa Aleyhisselâm gelip kavmini durumdan haberdar etti, hazırlığa başlandı, koyunlar, sığırlar kesildi. Mümkün olduğu kadar mükellef bir yemek sofrası hazırlandı. Çünkü misafir gelecek olan ne bir vali, ne bir padişah, ne bir başka yaratıktı. Kâinatın yaratıcısı misafir olarak gelecekti. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra, akşam üstü uzak yollardan geldiği belli; yorgun argın, üstü-başı birbirine karışmış bir ihtiyar gelip: «Ya Musa! Uzak yollardan geldim, acım, bana bir miktar yemek verin de karnımı doyurayım» dedi. Hz. Musa:

— Acele etme, hele şu testiyi al da biraz su getir bakalım. Senin de bir katkın bulunsun. Biraz sonra Allah (c.c.) gelecek, dedi.

Tabii adam daha fazla diretmeden çekip gitti. Yatsı vakti oldu, beklenen misafir halâ gelmedi. Sabah oluncaya kadar beklediler, halâ gelen giden yoktu. Neyse ümidi kestiler. Hz. Musa taaccüp içinde idi.

İkinci gün Hz. Musa Tur'a gidip:

— Ya Rabbi, mahcup oldum, ümmetim: «Ya Sen bizi kandırdın, ya Allah sözünde durmadı» diyorlar dediğinde, şöyle hitap olundu:

— Geldim ya Musa, geldim. Açım dedim, beni suya gönderdin, bir lokma ekmek bile vermedin. Beni ne sen, ne kavmin ağırladı.» Bunun üzerine Hazreti Musa Kelîmullah:

— Ya Rabbi bir ihtiyar geldi sadece, o da bir kuldu, Allah değildi. Bu nasıl olur? dediğinde Cenabı Allah:

— «İşte ben o kulum ile beraberdim. Onu doyursa idiniz, beni doyurmuş olacaktınız. Çünkü ben ne semalara, ne yerlere sığarım, ben ancak aciz bir kulumun kalbine sığarım. Ben o kulumla beraber gelmiştim. Onu aç olarak geri göndermekle, beni geri göndermiş oldunuz» buyurdu.

Demek ki, Allah için yapılan her şey, bizzat Allah'ın kendisine yapılmış gibi olmakta, Allah o kimseden razı olmaktadır.


Bu unutulur mu (ama unuttuk)

Birinci Dünya Savaşı'nda İngilizlere, 150 bin askerimiz esir düştü. Bu askerlerden bir kısmı da Mısır'ın İskenderiye şehri yakınlarında bulunan Seydibeşir Usare Kampı'na hapsedildi.


Kampın tam adı, "Seydibeşir Kuveysna Osmanlı Useray-i Harbiye Kampı" idi. Bu kampta, 1918'de Filistin cephesinde esir düşen 16. Tumen'in 48. Alayı'na bağlı Osmanlı askerleri tutuluyordu.


12 Haziran 1920'ye kadar iki yıl boyunca her türlü işkence, eziyet, ağır hakaret ve aşağılamaya maruz kaldılar.


Bu insanlık dışı muamelenin nedeni ise Ermeniler idi...


Kamptaki, Türkçe bilen Ermeni tercümanların yalan, yanlış çevirilerive kışkırtmaları nedeniyle, kampların İngiliz komutanları, azılı Türk düşmanı kesilmişlerdi.


Savaş bitmişti. Ancak, kamptaki ağır koşullar nedeniyle ölenler dışındaki askerleri teslim etmek, İngilizler'in işine gelmiyordu. Çünkü, olası yeni bir savaşta, bu askerlerin yeniden karşılarına çıkabilecekleri, Ermeniler tarafından, İngilizlerin beyinlerine işlenmişti.


Çözüm toplu katliamdı...


Askerlerimiz, mikrop kırma bahanesiyle, süngü zoruyla dezenfekte havuzlarına sokuldu. Ancak suya normalin çok üzerinde krizol maddesi katılmıştı. Mehmetçik, daha ayağını soktuğunda, aşırı krizol maddesi nedeniyle haşlanıyorlardı. Ancak İngiliz askerleri dipçik darbeleri ile askerlerimizin havuzdan çıkmalarına izin vermiyorlardı. Mehmetçikler, bele kadar gelen suya başlarını sokmak istemedi. Ancak bu kez İngilizler havaya ateş etmeye başladı. Askerlerimiz, ölmemek için çömelerek başlarını suya soktular. Ancak başını sudan kaldıran artık göremiyordu. Çünkü gözler yanmıştı...


Dışarı çıkanların halini gören sıradaki askerlerimizin direnişleri de fayda etmedi ve 15 bin askerimiz kör oldu. Bu vahşet, 25 Mayıs 1921 tarihinde TBMM'de görüşüldü. Milletvekilleri Faik ve Şeref beyler bir önerge vererek, Mısır'da esirlerin krizol banyosuna sokularak 15 bin vatan evladının gözlerinin kör edildiğini, bunun faili olan İngiliz tabip, garnizon komutanı ve askerlerinin cezalandırılması icin TBMM'nin teşebbüse geçmesini istediler.


Tabiiki yeni kurulan devletin bin türlü sorunu vardı. Bu hesap sorma işide unutuldu gitti.


Ama onlar unutmuyorlar...


Kendi ihanetlerini bile soykırım ambalajına sarıp, dünya kamuoyuna sunuyorlar. En uzucu olanı da malum birilerinin, bu karalama kampanyalarına çanak tutması...


ŞEHİTLERİMİZE SAYGINIZ VARSA, bu iletiyi arkadaşlarınıza gönderin...


ERMENİLER SOYKIRIM YAPILDI DİYE DÜNYAYI AYAĞA KALDIRIYOR. BİZİM İSE TARİHİMİZDEN HABERİMİZ YOK.�


24 Nisan 2016 Pazar

İstihbarat gücü

Batılı emperyalist güçlerin, Ermenileri piyon olarak kullanıp kışkırtarak Anadolu'da karışıklıklar çıkardığı günlerde, İngiliz Büyükelçisi'nin Sultan Abdülhamid'e gelip, küstahça:


- Daha ne kadar Ermeni öldüreceksiniz? diye sorma cüretini göstermesi üzerine,


Abdülhamid, keskin bakışlarını elçinin üzerine dikerek:


- Filan gün, filan saatte Karadeniz'in filan noktasına yaklaşıp, karaya Ermenileri Türklere karşı silahlandırmak için şu kadar sandık malzeme çıkaran ve komitacılara teslim eden İngiliz gemisinde, Türk başına kaç silah bulunuyorsa tam o kadar Ermeni öldüreceğiz, cevabını verir...


Sultan Abdülhamid'in bu muazzam istihbarat gücü karşısında İngiliz elçisi dehşete kapılarak aptallaşır.


Balıkları nasıl yakalarsiniz

Avrupa'da üst seviyede bir siyasî toplantıda Türkiye aleyhinde karar vermek için bazı görüşler ileri sürülür, İngiliz temsilci diğer temsilcilere

- Şu havuzun içindeki balıkları nasıl yakalarsınız? diye sorar, kimi dinamit atarak, kimi tabanca ile vurarak diye cevap verince, İngiliz söz alır ve der ki:

— Arkadaşlar sizin söylemiş olduğunuz metodlarla bu balıkların eksiksiz yakalanması oldukça güç. Ben ise önce bu havuza gelen suyu tıkarım, sonradan havuzun içindeki suyu boşaltınca, balıklar kendiliklerinden bana teslim olurlar, işte Türkiye'ye de bunu uygularsak, ancak o zaman tam mânâsı ile onları teslim alabiliriz. Bunları bugüne kadar mevcut şecaatı ve asil ruhu veren unsurlardan mahrum edelim ki, tesirsiz hale gelebilsinler, der.



22 Nisan 2016 Cuma

Süleymanın yüzüğü

Rivayet ediliyor ki: Dâvud aleyhisselâm'ın oğlu Süleyman aleyhisselâm, işlemiş olduğu hatasından ötürü itaba maruz kaldığında, kırk gün mülkü kendisinden alındı. Mütehayyir bir vaziyette başını alıp gitti. Eliyle istiyor, ona yemek verilmiyordu. Ne zaman ki "Bana yemek veriniz. Ben Dâvud'un oğlu Süleyman'ım" derdi, başı kırılır, kovulur ve dövülürdü.


Hikaye olunur ki, Hazret, bir hanımının evinden yemek istedi. Hanım onu kovdu ve onun yüzüne tükürdü. Bu durum devam etti. Tâ ki Cenab-ı Hak, hatemi (Süleyman'ın mühürünü) balığın karnından çıkardı. Cezanın kırk günü bittikten sonra yüzüğü parmağına geçirdi.

Râvî der ki: Hâtemi parmağına geçirir geçirmez, kuşlar gelip başında gölge yaptılar. Cinler, şeytanlar ve vahşîler gelip etrafında toplandılar. Kendisine karşı cinayet işleyenlerden bazıları kendisinden özür dilediler. O da: Daha evvel yaptığınızdan dolayı sizi kınamam. Şimdiki özür dileyişinizden dolayı da sizi övmem. Bu bir emirdir. Gökten geldi Muhakkak olacaktır, dedi.�


Zahid ve kölelik

Padişahlardan birisi, zahidin birisine demiştir ki:


- Senin bir ihtiyacın var mıdır?


Buna karşılık zahid:


- Senden ihtiyacımı nasıl talep edebilirim? Zira benim mülküm seninkinden büyüktür?


Padişah:


- Nasıl olur?


Zahid:


- O ki sen onun kölesisin. o benim kölemdir.


Padişah:


- Bu nasıl olur?


Zahid:


- Sen şehvetin, öfkenin, tenasül uzvunun ve karnının kölesisin. Halbuki ben, bütün bunları mülk edinmişim ve hepsi de benim kölelerimdir!..�


Hırsız ve havari

Rivayet ediliyor ki, hırsızın birisi, İsrailoğulları arasında kırk sene yol kesicilik yaptı. İsâ aleyhisselâm onun yanından geçti. İsâ'nın peşinde havarilerden bir abid vardı. Hırsız, kendi kendine:

- Bu geçen Allah'ın peygamberidir. Yanında bir havarisi vardır. Ben de inip onların beraberinde üçüncüsü olursam ne güzel olur! dedi.

Bunun üzerine iniverdi. Başladı havariye yakın olmaya... Fakat havarinin büyüklüğünden, nefsini ona yakın olmaya layık görmüyordu; kendi kendine:

- Benim gibi bir hırsız bir abidin yanında yürüyemez, dedi.

Râvî der ki:

Havarî onun gelişini hissetti. Ve nefsinde şöyle fısıldadı:

"Benim yanımda bu hırsız mı yürüyor?" Bunun üzerine havari, Hazret-i İsâ'nın tam yanına varıp onunla beraber yürüdü. Hırsız arkada kaldı. Bu manzara karşısında Cenab-ı Hak, İsâ kuluna şöyle vahyetti:

- Onların ikisine söyle! İkisi de yeni baştan amel etmeye başlasınlar. İkisinin de geçmiş amellerini yaktım! Havariye gelince: Nefsiyle ucbe kapıldığından dolayı onun sevaplarını yaktım. Diğerine gelince: Nefsini hakir gördüğünden dolayı onun günahlarını yaktım. Onların ikisine bunu söyle!..

Bunun üzerine İsâ, seyahatinde, o hırsızı yanına aldı ve onu havarilerinden kıldı.�


21 Nisan 2016 Perşembe

Zayıflama ilaci

İmam Şafiî Muhammed b. İdris Hazretleri anlatıyor:

Eski zamanda pek şişman bir kral varmış. Şişko kral zeki hekimlerden birinden kendisini zayıflatacak ilaçlar talep etmiş. Doktor onu görünce şöyle demiş:

- Allah seni ıslah etsin! Ben ilerisini gören bir doktorum. Sana bakınca anladım ki, senin ancak bir aylık ömrün kalmış! İlacın sana bir faydası olmaz ki!

Bunun üzerine kral, söylediklerinin doğru olup olmadığını anlamak için hekimi hapsettirir. Kral da bu süre içinde halktan gizlenir. Fakat içini öyle bir üzüntü sarar ki, bir ay içinde iyiden iyiye zayıflar.

Bir aylık zaman geçince kral sağ salim ortaya çıkar ve hapisteki hekimi de yanına çağırır. Der ki:

- Yalanın ortaya çıktı. İşte ben ölmedim. Bu yalanın sebebiyle seni fena halde cezalandıracağım. Hekim ise telaşlanmadan cevap verir:

- Allah kralı ıslah etsin! Ben geleceği bilmede Allah'ın en düşük kuluyum. Fakat ben anladım ki, senin şişmanlığını gidermenin tek ilacı, ancak keder ve üzüntüdür. İşte bu sebepten dolayı, sana söylediğimi söyledim!

Bunun üzerine kral onu serbest bırakır ve kendisine iyiliklerde bulunur.'

İmam Şafiî bu hikayeyi şu maksatla anlatmış: 'Fazla dert ve tasa, bedeni zayıflatan ve solduran şeylerdendir.' (Tabii ki sıkıntıdan fazla yeme durumu hariç)

Yine o şöyle derdi:

'Sana dininden bilgi verecek bir alimin ve beden durumundan bilgi verecek bir doktorun bulunmadığı bir memlekette oturma.' �


Besmelenin kerameti


Dinine bağlı bir kadının güzel bir alışkanlığı vardı: Bir işe başlarken daima besmele çeker, besmelenin kudsîyetine inanırdı. Bu kadıncağızın bir de, dinine pek bağlı- olmayan ve dinî hususlarla alay eden bir kocası vardı ki, o da karısının her işinde besmele çekmesine içerler: «Ne lüzumu var her zaman bismillah deyip durmanın» derdi kendi kendine...

Bir gün ben bu karıma bir oyun yapayım da öğrensin her zaman besmelenin bir işe yaramadığını diye düşündü ve karısına bir kese altın verip:,

— Karıcığım bunu sağlam bir yere sakla ki kaybolmasın, diye tenbih etti.

Kadın yine kocasının elinden parayı alırken:

— Bismillah, deyip parayı saklamak için sandığa doğru yürüdü... Kocası da gizlice onu takip ediyordu.

Kadın gene: «Bismillahirrahmanirrahiym» deyip parayı sandığa koyup ağzını kapattı.

Aradan bir iki gün geçtikten sonra adam kadının haberi olmadan sandığı açtı ve içinden para kesesini alıp dışardaki su kuyusuna attı. Ondan sonra da gelip karısına:

— Hanım para lâzım oldu, şu parayı getirsene, dedi.

Adam karısının parayı sandıkta bulamayacağını ve dolayısıyla da besmele çekmenin bir faide temin etmediğini anlayacağını düşünüyordu.

Kadıncağız adeti veçhile: «Bismillahirrahmanirrahiym» diyerek sandığı açtı ve keseyi almak için elini uzattı ki, kese ıslaktı. Kadın şaşırmıştı... Bu keseye sandığın içinde ne oldu da ıslandı diye düşünüyordu. Fakat kadının kocası ondan daha fazla hayret içinde kalmıştı. Çünkü biraz evvel para kesesini dışardaki kuyuya bizzat kendisi atmıştı. Vaziyeti gördükten sonra adam meseleyi kadına anlattı artık, çünkü sabredecek durumda değildi:

— Karıcığım, keseyi ben kuyuya atmıştım, fakat besmelen seni mahcup olmaktan kurtardı. Artık ben de besmelenin kerametine inandım, beni affet! dedi, karısına..


Seyahat ya resulallah

Meşhur Osmanlı Türk seyyahı Evliya Çelebi, seyahata ve birçok ülkeyi gezmesine başlamadan evvel başından geçen bir hadiseyi seyahatine vesile olarak gösteriyor ve şöyle anlatıyor:

Yemiş iskelesi yakınlarında Ahi Çelebi Camii denilen bir cami vardı. Bir gece rüyamda kendimi o camide gördüm. Derhal caminin kapısı açılıp içeri nur yüzlü, silâhlı bir kısım asker doldu. Sabah namazının sünnetini kılıp salavat getirmeye başladılar.

Aradan bir müddet geçtikten sonra, ben yanımda duran askere:

— Sultanım sizi tanıyabilir miyim? dedim.

— Aşere-i Mübeşşere'den Sa'd ibni Ebi Vakkas'ım, deyince mübarek elini öptüm.

— Bu nurlu adamlar kimdir? diye sorduğumda, bana onların nebilerin ruhları olduğunu söyledi. Ve arkadakileri göstererek, bunlar da diğer evliyaların, eshabın, Kerbelâ şehitlerinin ruhlarıdır... diye anlattı. Ve bana Hazreti Peygamberimizin gelip namaz kıldıracağını, Bilâl-i Habeşi hazretlerinin de müezzinlik yapacağını söyledi. Bana namazdan sonra mihhraptan kalkmadan Resûlullah'ın elini öper, «şefaat Ya Resûlallah» diyerek şefaat dilersin diye de öğretti Ebu Vakkas hazretleri.

Biraz sonra Hazreti Peygamber Efendimiz teşrif ettiler... «Esselâm-u Aleykûm Ya Ümmetîm» buyurdular. Oradakiler selâma mukabele ettiler. Bilâl-i Habeşi Hazretleri ile beraber müezzinlik ettik. Namazları kıldıktan sonra Hazreti Ebi Vakkas beni Resûlüllah'ın huzuruna getirdi ve:

Ya resulullah evliya kulun şefaat diler. buyurdular. Bana da «mübarek ellini öp!» dediler.

Ben, ağlayarak Resûlûllah'ın mübarek eline sarıldım ve öpmek üzereyken heyecandan kendimden geçmiştim. «Şefaat Ya Resûlallah» diyeceğim yere, «Seyahat Ya Resûlallah» demişim.

Hemen Hazret tebessüm edip, «Şefaati, seyahati, ziyareti, sıhhat ve elametle kolay eyle Ya Rabb!» buyurdular ve «elfatiha» dediler... Bütün eshap ve orada bulunanlar fatiha okudular, ben de teker teker hepsinin elini öperek oradan ayrıldım.

Ondan sonra Evliya Çelebi seyahata başlamıştır. Ve dünyanın birçok yerini gezmiş ve, haccı da eda etmiştir.

Evliya Çelebi'nin meşhur seyahatnamesinden anladığımıza göre, Evliya Çelebi sadece gezmekle kalmamış, gezdiği yerleri karış karış hesap ederek her haliyle kitabına almıştır. Bazı tenkidciler Evliya Çelebi'nin fazla mübalağa ettiği görüşünü savunurlarsa da hepsinde bir hakikat payı bulunmaktadır. Her şeyden evvel Seyahatname misline rastlanmayan bir tarih kitabıdır.


Bir garip deneme

Gazneli Sultan Mahmud bir gün divana gittiğinde bütün memleket büyüklerinin orada toplanmış olduklarını gördü. Beylerini ve vezirlerini denemek istedi. Bir mücevher çıkararak vezirine uzattı:

- "Bu nasıl bir mücevher, değeri ne olabilir?" diye sorunca vezir:

- "Bu çok kıymetli bir mücevherdir, yüz eşek yükü altın eder." dedi.

Padişah:

- "Bu mücevheri kır." dedi.

Vezir:

- "Efendim, dedi. Ben bunu nasıl yapabilirim, ben padişahımın iyiliğini dileyen bir kişiyim, eğer kırarsam, bu size kötülük olur." dedi.

Padişah vezirin bu davranışını takdir etti ve ona çok değerli şeyler hediye etti.

Padişah bir müddet konuştuktan ve bu bahis unutulduktan sonra aynı mücevheri perdecinin eline verdi ve:

- "Bunun bir müşterisi çıksa acaba buna ne verir?" dedi.

Perdeci:

- "Bu mücevher ülkenin yarısı değerindedir." dedi.

Padişah ona da:

- "Bu mücevheri kır, parçala." dedi.

Perdeci:

- "Ey sultanların sultanı bunu kırmak çok yazık olacak, böyle değerli bir mücevher ancak sizin gibi eşsiz bir padişaha layıktır, onu kırmak olmaz. Bunu yapmak padişaha ve hazinesine düşmanlık olur." dedi. Padişah perdecinin bu söylediklerini de çok beğendi ona da çok değerli hediyeler verdi.

Biraz sonra mücevheri başka birine verdi, o da benzer şeyler söyledi. Padişah ona da değerli hediyeler verdi. Böylelikle birçok kişiyi sınayan padişah sonunda sadık bendesi Eyaz'ı çağırdı ona da mücevheri vererek değerini sordu sonra da:

- "Kır bunu." dedi.

Eyaz hiç düşünmeden mücevheri paramparça etti. Etrafındakiler acıdılar:

- "Ey Eyaz ne yaptın öyle değerli mücevhere kıyılır mı, bu padişahın hazinesine ve padişaha hıyanettir, nasıl yaptın bunu?" dediler.

Eyaz şöyle dedi:

- "Padişaha gerçekten sevgi bağıyla bağlı olan için padişahın emrinden ve arzusundan daha değerli bir şey olamaz." dedi.


20 Nisan 2016 Çarşamba

Her peygamber için bir akçe

İbrahim Edhem hazretleri hurmacıdan hurma almıştı... Hurmacıdan ayrılırken yanlışlıkla bir miktar hurmayı para ile aldığı hurmaya karıştırarak götürdü ve yedi... Ondan sonra kırk gün ibadetinden bir feyz almaz oldu. O günlerde Şam'a gelmişti. Kırklara karışarak sohbetlerinden istifade etmek istemişti.

O'na:

— Sen yanlışlıkla yediğin hurma yüzünden ibadetinden bir huzur duymuyorsun. Nasıl olur da bize karışabilirsin, dediler.

İbrahim Edhem Hazretleri, Şam'dan Medine'ye gelerek hurmacıyı buldu. Hakkını helâl ettirip hurmanın parasını verdi. Ondan sonra tekrar Şam'a gitti, kırklara karışabildi...


Üç kafa


Behlül Dana Hazretleri, bir gün pazara üç tane kuru kafa getirerek satmaya başlamış ve her üçüne de ayrı ayrı fiyat takdir etmişti. Bu kafaları kaça satıyorsun diyenlere, birini bir paraya, birini on paraya, birini de ağırlığınca paraya sattığını söyledi.

Behlül'ün bu tuhaf hareketlerini seyrederlerken biri dayanamayarak:

— Ey Behlül! Bunların üçü de kurumuş kafalar olduğu halde sen üçüne de ayrı ayrı fiyat biçiyorsun. Bunların birbirlerinden ne farkı var ki? dedi.

Behlül Dana Hazretleri, bundaki esrarı şöyle anlattı:

— Şu birincisi, taş kafadır. Bunun değeri hepsinden düşük. Çünkü hu hiç nasihat dinlemez ve ihtiyaç da duymaz, ikincisi, yani on paralık kafa ise nasihat dinler ama tutmaz... Bir tarafından girer öbür tarafından çıkar. Bunun adı da boş kafadır. Üçüncüsü ise tam kafadır. Hem dinler, onunla amel eder, hem de başkasına öğretir, İşte en kıymetli kafa budur. Bunu da ağırlığınca paraya veriyorum, dedi.

Tabii ki bunda anlayanlar için büyük hikmetler gizlidir. Velilerin hareketi ilk nazarda tuhaf gibi olsa da o çok değerlidir aslında...


Paşa olmazsın demedim adam olamazsın dedim

Bir adamın haylaz, yaramaz bir oğlu vardı. Adamcağız oğluna yeri geldikçe:

— Oğlum sen adam olmazsın, derdi.

Babasının bu sözleri ise çocuğun çok zoruna giderdi. Bir gün gene babası aynı sözü tekrarlamıştı. Çocuk başını aldı gitti, İstanbul'a geldi okumaya başladı. Çocuğun tek muradı adam olmak ve babasını mahcup etmekti. Nitekim okudu, uğraştı ve türlü imtihanlardan sonra Osmanlı Devletine Paşa oldu. Unutmamıştı babasının kendine söylediği sözleri. Emrindekilere, gidin filân memlekette, filân köyde şu isimde biri var onu istanbul'a huzuruma getirin, diye emir verdi.

Paşanın adamları gittiler ve söylenen köyde Paşanın babası Mehmet efendiyi buldular. Adamcağız tarlada çift suluyordu. Yanına varıp:

— Seni Paşa Hazretleri İstanbul'a huzuruna çağırır, hazır ol gideceğiz, dediler.

Adamcağız şaşırmıştı. Bir Paşa Anadolu'nun fakir köylüsünü niçin huzuruna çağırsındı. Ne ise emir emirdir, hazırlandı, İstanbul'a yola çıktılar... Günler sonra, o zamanın şartları altında İstanbul'a varıldı... Adamcağız hâlâ suçunun ne olduğunu bilmiyor, Paşa beni ne yapacak?, diye düşünüyordu. Adamcağızı Paşa'nın huzuruna çıkardılar... Büyük bir debdebe ile babasını huzuruna kabul eden Paşa:

— Beni tanıyabildin mi? Ben kimim? diye sordu. Yaşlı adam büyük bir korku içinde idi. Oğlu olduğunu tanımamıştı.

— Siz Sadrazam efendimizsiniz, dedi.

Paşa intikamını almış olmanın gururu içinde:

— Ben senin oğlunum... Hani sen bana iki sözünün birinde «Adam olmazsın» derdin. Bak işte adam oldum, hatta Paşa bile oldum, dedi. Adamcağız meseleyi anlamıştı:

— Beni ta uzaklardan buraya bunu söylemek için mi çağırdın. Ben sana Paşa olamazsın dememiş, adam olamazsın demiştim. Sen ise beni buraya çağırmakla benim sözümü doğru çıkardın, dedi.


Haram lokma yeme

  İbrahim Edhem hazretleri hurmacıdan hurma almıştı... Hurmacıdan ayrılırken yanlışlıkla bir miktar hurmayı para ile aldığı hurmaya karıştırarak götürdü ve yedi... Ondan sonra kırk gün ibadetinden bir feyz almaz oldu. O günlerde Şam'a gelmişti. Kırklara karışarak sohbetlerinden istifade etmek istemişti.

    O'na:

    — Sen yanlışlıkla yediğin hurma yüzünden ibadetinden bir huzur duymuyorsun. Nasıl olur da bize karışabilirsin, dediler.

    İbrahim Edhem Hazretleri, Şam'dan Medine'ye gelerek hurmacıyı buldu. Hakkını helâl ettirip hurmanın parasını verdi. Ondan sonra tekrar Şam'a gitti, kırklara karışabildi...


Merkel Edenfield kuyusu

Halen istanbul'un, Topkapı civarında, istanbulluların ziyaret yerlerinden biri de Merkezefendi'nin tûrbesidir. Merkezefendi mezarlığına da adını veren bu büyük velînin menkıbeleri anlatılmakla bitmez. Bunlardan bir tanesi de Merkezefendi'deki kuyunun hikâyesidir. Bugün hâlâ kerametine inanılan bu kuyunun ilk kazılışının sebebi şöyle olmuştur:

Bir gün Şeyh Merkezefendi, seccadesini sermiş namaz kılmakta idi. Başını seccadeye koyduğu zaman yerin altından bir ses:

— Ya Şeyh! Ben burada yedibin yıldır kırmızı"renkli, sedef lezzetli hayat pınarıyım... Emrinle yeryüzüne çıkmaya hazırım. Beni Cenabı Hak humma hastalığına yakalananlara şifa olarak halketti. Elbette sen beni bu hapisten kurtaracaksın, diye yalvarmaya başlar. Şeyh Merkezefendi müridlerine:

— Gelin ahbaplar, şu seccadenin bulunduğu yerde bir kuyu kazalım, der ve Bismillah diyerek yere ayağını hızlıca vurur. Etrafında bulunan bütün sadık dervişleri başına üşüşür ve oraya bir kuyu kazılır.

Merkezefendi kuyusu diye anılan o kuyudan her kim her Sabah aç karnına besmele çekerek içerse humma hastalığından şifa bulurmuş. Şimdi hâlâ aynı kuyu durmaktadır.


İzleyiciler