28 Mayıs 2016 Cumartesi
25 Nisan 2016 Pazartesi
Söz vermeden önce ‘İnşallah' demeyi unutmayın
Söz vermeden önce ‘İnşallah' demeyi unutmayın
“Hiçbir konuda, 'ın dilemesine bağlamaksızın, ‘Ben yarın mutlaka şöyle şöyle yapacağım.’ deme! Ancak dilerse (yapacağım de)” ayeti gereğince Müslüman yapacağı her işten önce ‘inşallah' demeyi düstur edinmeli.
‘Yarın mutlaka sana uğrarım.'
‘Bu hafta sonu Avrupa'ya gideceğim.'
Müslümanlar açısından, istediğiniz kadar sıralayabileceğiniz bu cümlelerin bir eksiği var? Bu ifadeler, yapılacak işi Yaratıcı'nın dilemesine havale etmeden, yani başlarına ‘inşallah' ( dilerse) ifadesi getirilmeden söylenmiş sözler. Halbuki Rabb’imiz, kullarından bu konuya öylesine ehemmiyet vermelerini istiyor ki, bu sözün unutulması halinde ise kendisini zikretmesini ve af dilemesini istiyor inananlardan.
Konuyla ilgili şöyle bir rivayet vardır. Müşrikler, Peygamber Efendimiz'e (sas) Zülkarneyn ve ruh gibi konularda sorular sorar. Peygamberimiz, “inşallah” ifadesini söylemeden, “Size yarın cevap vereceğim.” buyurur. Cenab-ı Hakk, Efendimiz'e vahyi on oniki gün geciktirir. Müşrikler bu sürede üzücü konuşmalarla Efendimiz'e yüklenmeye başlayınca, "Hiçbir konuda, 'ın dilemesine bağlamaksızın, ‘Ben yarın mutlaka şöyle şöyle yapacağım.’ deme! Ancak dilerse (yapacağım de). Bunu unuttuğun takdirde 'ı zikret ve, “Umarım ki Rabb’im, doğru olma yönünden beni daha isabetli davranışa muvaffak kılar.” (Kehf Sûresi 23-24) ayetleri indirilir.
Acz ve fakr içinde olan insanın, azim ve iradesi istediği bir şeyin meydana gelmesi için yeterli değildir. Kul, cüz'i iradesiyle, olan bitenin hepsine vakıf olamayacağı için kendini küll'i iradeye teslim etmeli. Öylesine teslim etmeli ki, yapacağı her işten, davranıştan önce ‘inşallah' demeyi düstur edinmeli. Şayet mü'min, ‘inşallah' demeyi unutsa bile, Yüce (cc), kulunun kendisini tesbih ve istiğfarla anmasını, zikretmesini, yaptığı hatayı telafi yoluna gitmesini emrediyor.
Gelin ey dostlar, madem Rabb’imiz bize, söz vermeden, yahut bir fiili yapmadan önce ‘inşallah' demeyi emrediyor, bizler de her sözümüzün başına bu sihirli kelimeyi getirmeyi unutmayalım. Hem kendimiz yapmaya gayret edelim bu güzel özelliği hem de ailemize, dostlarımıza, arkadaşlarımıza teklif edelim.
SALİH YUSUFOĞLU
Ya Musa! Rabbimizi yemeğe davet ediyoruz
Musa Aleyhisselâmın ümmeti:
— Ya Musa! Rabbimizi yemeğe davet ediyoruz. Buyursun bir gün misafirimiz olsun. Nemiz varsa ikram etmeye hazırız, dediklerinde Musa Aleyhisselâm, onları azarladı. «Nasıl olur, Allah (haşa) yemekten, içmekten ve mekândan münezzehtir» diyerek bir daha böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmemelerini tenbihledi. Fakat Musa Kelîmullah Turu Sina'ya çıkıp, bazı münasaatta bulunmak istediğinde, Allah tarafından şöyle nida olundu:
— «Ya Musa neden kullarımın davetini bana getirip söylemiyorsun?»
Musa Aleyhisselâm: «Ya Rabbi, böyle daveti size gelip söylemekten haya ederim. Nasıl olur, Zatı Ulûhiyetiniz onların söylediklerinden beridir» dedi.
Allah (c.c.): «Söyle kullarıma, onların davetine Cuma akşamı geleceğim» buyurdu.
Musa Aleyhisselâm gelip kavmini durumdan haberdar etti, hazırlığa başlandı, koyunlar, sığırlar kesildi. Mümkün olduğu kadar mükellef bir yemek sofrası hazırlandı. Çünkü misafir gelecek olan ne bir vali, ne bir padişah, ne bir başka yaratıktı. Kâinatın yaratıcısı misafir olarak gelecekti. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra, akşam üstü uzak yollardan geldiği belli; yorgun argın, üstü-başı birbirine karışmış bir ihtiyar gelip: «Ya Musa! Uzak yollardan geldim, acım, bana bir miktar yemek verin de karnımı doyurayım» dedi. Hz. Musa:
— Acele etme, hele şu testiyi al da biraz su getir bakalım. Senin de bir katkın bulunsun. Biraz sonra Allah (c.c.) gelecek, dedi.
Tabii adam daha fazla diretmeden çekip gitti. Yatsı vakti oldu, beklenen misafir halâ gelmedi. Sabah oluncaya kadar beklediler, halâ gelen giden yoktu. Neyse ümidi kestiler. Hz. Musa taaccüp içinde idi.
İkinci gün Hz. Musa Tur'a gidip:
— Ya Rabbi, mahcup oldum, ümmetim: «Ya Sen bizi kandırdın, ya Allah sözünde durmadı» diyorlar dediğinde, şöyle hitap olundu:
— Geldim ya Musa, geldim. Açım dedim, beni suya gönderdin, bir lokma ekmek bile vermedin. Beni ne sen, ne kavmin ağırladı.» Bunun üzerine Hazreti Musa Kelîmullah:
— Ya Rabbi bir ihtiyar geldi sadece, o da bir kuldu, Allah değildi. Bu nasıl olur? dediğinde Cenabı Allah:
— «İşte ben o kulum ile beraberdim. Onu doyursa idiniz, beni doyurmuş olacaktınız. Çünkü ben ne semalara, ne yerlere sığarım, ben ancak aciz bir kulumun kalbine sığarım. Ben o kulumla beraber gelmiştim. Onu aç olarak geri göndermekle, beni geri göndermiş oldunuz» buyurdu.
Demek ki, Allah için yapılan her şey, bizzat Allah'ın kendisine yapılmış gibi olmakta, Allah o kimseden razı olmaktadır.
Bu unutulur mu (ama unuttuk)
Birinci Dünya Savaşı'nda İngilizlere, 150 bin askerimiz esir düştü. Bu askerlerden bir kısmı da Mısır'ın İskenderiye şehri yakınlarında bulunan Seydibeşir Usare Kampı'na hapsedildi.
Kampın tam adı, "Seydibeşir Kuveysna Osmanlı Useray-i Harbiye Kampı" idi. Bu kampta, 1918'de Filistin cephesinde esir düşen 16. Tumen'in 48. Alayı'na bağlı Osmanlı askerleri tutuluyordu.
12 Haziran 1920'ye kadar iki yıl boyunca her türlü işkence, eziyet, ağır hakaret ve aşağılamaya maruz kaldılar.
Bu insanlık dışı muamelenin nedeni ise Ermeniler idi...
Kamptaki, Türkçe bilen Ermeni tercümanların yalan, yanlış çevirilerive kışkırtmaları nedeniyle, kampların İngiliz komutanları, azılı Türk düşmanı kesilmişlerdi.
Savaş bitmişti. Ancak, kamptaki ağır koşullar nedeniyle ölenler dışındaki askerleri teslim etmek, İngilizler'in işine gelmiyordu. Çünkü, olası yeni bir savaşta, bu askerlerin yeniden karşılarına çıkabilecekleri, Ermeniler tarafından, İngilizlerin beyinlerine işlenmişti.
Çözüm toplu katliamdı...
Askerlerimiz, mikrop kırma bahanesiyle, süngü zoruyla dezenfekte havuzlarına sokuldu. Ancak suya normalin çok üzerinde krizol maddesi katılmıştı. Mehmetçik, daha ayağını soktuğunda, aşırı krizol maddesi nedeniyle haşlanıyorlardı. Ancak İngiliz askerleri dipçik darbeleri ile askerlerimizin havuzdan çıkmalarına izin vermiyorlardı. Mehmetçikler, bele kadar gelen suya başlarını sokmak istemedi. Ancak bu kez İngilizler havaya ateş etmeye başladı. Askerlerimiz, ölmemek için çömelerek başlarını suya soktular. Ancak başını sudan kaldıran artık göremiyordu. Çünkü gözler yanmıştı...
Dışarı çıkanların halini gören sıradaki askerlerimizin direnişleri de fayda etmedi ve 15 bin askerimiz kör oldu. Bu vahşet, 25 Mayıs 1921 tarihinde TBMM'de görüşüldü. Milletvekilleri Faik ve Şeref beyler bir önerge vererek, Mısır'da esirlerin krizol banyosuna sokularak 15 bin vatan evladının gözlerinin kör edildiğini, bunun faili olan İngiliz tabip, garnizon komutanı ve askerlerinin cezalandırılması icin TBMM'nin teşebbüse geçmesini istediler.
Tabiiki yeni kurulan devletin bin türlü sorunu vardı. Bu hesap sorma işide unutuldu gitti.
Ama onlar unutmuyorlar...
Kendi ihanetlerini bile soykırım ambalajına sarıp, dünya kamuoyuna sunuyorlar. En uzucu olanı da malum birilerinin, bu karalama kampanyalarına çanak tutması...
ŞEHİTLERİMİZE SAYGINIZ VARSA, bu iletiyi arkadaşlarınıza gönderin...
ERMENİLER SOYKIRIM YAPILDI DİYE DÜNYAYI AYAĞA KALDIRIYOR. BİZİM İSE TARİHİMİZDEN HABERİMİZ YOK.
24 Nisan 2016 Pazar
İstihbarat gücü
Batılı emperyalist güçlerin, Ermenileri piyon olarak kullanıp kışkırtarak Anadolu'da karışıklıklar çıkardığı günlerde, İngiliz Büyükelçisi'nin Sultan Abdülhamid'e gelip, küstahça:
- Daha ne kadar Ermeni öldüreceksiniz? diye sorma cüretini göstermesi üzerine,
Abdülhamid, keskin bakışlarını elçinin üzerine dikerek:
- Filan gün, filan saatte Karadeniz'in filan noktasına yaklaşıp, karaya Ermenileri Türklere karşı silahlandırmak için şu kadar sandık malzeme çıkaran ve komitacılara teslim eden İngiliz gemisinde, Türk başına kaç silah bulunuyorsa tam o kadar Ermeni öldüreceğiz, cevabını verir...
Sultan Abdülhamid'in bu muazzam istihbarat gücü karşısında İngiliz elçisi dehşete kapılarak aptallaşır.
Balıkları nasıl yakalarsiniz
Avrupa'da üst seviyede bir siyasî toplantıda Türkiye aleyhinde karar vermek için bazı görüşler ileri sürülür, İngiliz temsilci diğer temsilcilere
- Şu havuzun içindeki balıkları nasıl yakalarsınız? diye sorar, kimi dinamit atarak, kimi tabanca ile vurarak diye cevap verince, İngiliz söz alır ve der ki:
— Arkadaşlar sizin söylemiş olduğunuz metodlarla bu balıkların eksiksiz yakalanması oldukça güç. Ben ise önce bu havuza gelen suyu tıkarım, sonradan havuzun içindeki suyu boşaltınca, balıklar kendiliklerinden bana teslim olurlar, işte Türkiye'ye de bunu uygularsak, ancak o zaman tam mânâsı ile onları teslim alabiliriz. Bunları bugüne kadar mevcut şecaatı ve asil ruhu veren unsurlardan mahrum edelim ki, tesirsiz hale gelebilsinler, der.
22 Nisan 2016 Cuma
Süleymanın yüzüğü
Rivayet ediliyor ki: Dâvud aleyhisselâm'ın oğlu Süleyman aleyhisselâm, işlemiş olduğu hatasından ötürü itaba maruz kaldığında, kırk gün mülkü kendisinden alındı. Mütehayyir bir vaziyette başını alıp gitti. Eliyle istiyor, ona yemek verilmiyordu. Ne zaman ki "Bana yemek veriniz. Ben Dâvud'un oğlu Süleyman'ım" derdi, başı kırılır, kovulur ve dövülürdü.
Hikaye olunur ki, Hazret, bir hanımının evinden yemek istedi. Hanım onu kovdu ve onun yüzüne tükürdü. Bu durum devam etti. Tâ ki Cenab-ı Hak, hatemi (Süleyman'ın mühürünü) balığın karnından çıkardı. Cezanın kırk günü bittikten sonra yüzüğü parmağına geçirdi.
Râvî der ki: Hâtemi parmağına geçirir geçirmez, kuşlar gelip başında gölge yaptılar. Cinler, şeytanlar ve vahşîler gelip etrafında toplandılar. Kendisine karşı cinayet işleyenlerden bazıları kendisinden özür dilediler. O da: Daha evvel yaptığınızdan dolayı sizi kınamam. Şimdiki özür dileyişinizden dolayı da sizi övmem. Bu bir emirdir. Gökten geldi Muhakkak olacaktır, dedi.
Zahid ve kölelik
Padişahlardan birisi, zahidin birisine demiştir ki:
- Senin bir ihtiyacın var mıdır?
Buna karşılık zahid:
- Senden ihtiyacımı nasıl talep edebilirim? Zira benim mülküm seninkinden büyüktür?
Padişah:
- Nasıl olur?
Zahid:
- O ki sen onun kölesisin. o benim kölemdir.
Padişah:
- Bu nasıl olur?
Zahid:
- Sen şehvetin, öfkenin, tenasül uzvunun ve karnının kölesisin. Halbuki ben, bütün bunları mülk edinmişim ve hepsi de benim kölelerimdir!..
Hırsız ve havari
Rivayet ediliyor ki, hırsızın birisi, İsrailoğulları arasında kırk sene yol kesicilik yaptı. İsâ aleyhisselâm onun yanından geçti. İsâ'nın peşinde havarilerden bir abid vardı. Hırsız, kendi kendine:
- Bu geçen Allah'ın peygamberidir. Yanında bir havarisi vardır. Ben de inip onların beraberinde üçüncüsü olursam ne güzel olur! dedi.
Bunun üzerine iniverdi. Başladı havariye yakın olmaya... Fakat havarinin büyüklüğünden, nefsini ona yakın olmaya layık görmüyordu; kendi kendine:
- Benim gibi bir hırsız bir abidin yanında yürüyemez, dedi.
Râvî der ki:
Havarî onun gelişini hissetti. Ve nefsinde şöyle fısıldadı:
"Benim yanımda bu hırsız mı yürüyor?" Bunun üzerine havari, Hazret-i İsâ'nın tam yanına varıp onunla beraber yürüdü. Hırsız arkada kaldı. Bu manzara karşısında Cenab-ı Hak, İsâ kuluna şöyle vahyetti:
- Onların ikisine söyle! İkisi de yeni baştan amel etmeye başlasınlar. İkisinin de geçmiş amellerini yaktım! Havariye gelince: Nefsiyle ucbe kapıldığından dolayı onun sevaplarını yaktım. Diğerine gelince: Nefsini hakir gördüğünden dolayı onun günahlarını yaktım. Onların ikisine bunu söyle!..
Bunun üzerine İsâ, seyahatinde, o hırsızı yanına aldı ve onu havarilerinden kıldı.
21 Nisan 2016 Perşembe
Zayıflama ilaci
İmam Şafiî Muhammed b. İdris Hazretleri anlatıyor:
Eski zamanda pek şişman bir kral varmış. Şişko kral zeki hekimlerden birinden kendisini zayıflatacak ilaçlar talep etmiş. Doktor onu görünce şöyle demiş:
- Allah seni ıslah etsin! Ben ilerisini gören bir doktorum. Sana bakınca anladım ki, senin ancak bir aylık ömrün kalmış! İlacın sana bir faydası olmaz ki!
Bunun üzerine kral, söylediklerinin doğru olup olmadığını anlamak için hekimi hapsettirir. Kral da bu süre içinde halktan gizlenir. Fakat içini öyle bir üzüntü sarar ki, bir ay içinde iyiden iyiye zayıflar.
Bir aylık zaman geçince kral sağ salim ortaya çıkar ve hapisteki hekimi de yanına çağırır. Der ki:
- Yalanın ortaya çıktı. İşte ben ölmedim. Bu yalanın sebebiyle seni fena halde cezalandıracağım. Hekim ise telaşlanmadan cevap verir:
- Allah kralı ıslah etsin! Ben geleceği bilmede Allah'ın en düşük kuluyum. Fakat ben anladım ki, senin şişmanlığını gidermenin tek ilacı, ancak keder ve üzüntüdür. İşte bu sebepten dolayı, sana söylediğimi söyledim!
Bunun üzerine kral onu serbest bırakır ve kendisine iyiliklerde bulunur.'
İmam Şafiî bu hikayeyi şu maksatla anlatmış: 'Fazla dert ve tasa, bedeni zayıflatan ve solduran şeylerdendir.' (Tabii ki sıkıntıdan fazla yeme durumu hariç)
Yine o şöyle derdi:
'Sana dininden bilgi verecek bir alimin ve beden durumundan bilgi verecek bir doktorun bulunmadığı bir memlekette oturma.'
Besmelenin kerameti
Dinine bağlı bir kadının güzel bir alışkanlığı vardı: Bir işe başlarken daima besmele çeker, besmelenin kudsîyetine inanırdı. Bu kadıncağızın bir de, dinine pek bağlı- olmayan ve dinî hususlarla alay eden bir kocası vardı ki, o da karısının her işinde besmele çekmesine içerler: «Ne lüzumu var her zaman bismillah deyip durmanın» derdi kendi kendine...
Bir gün ben bu karıma bir oyun yapayım da öğrensin her zaman besmelenin bir işe yaramadığını diye düşündü ve karısına bir kese altın verip:,
— Karıcığım bunu sağlam bir yere sakla ki kaybolmasın, diye tenbih etti.
Kadın yine kocasının elinden parayı alırken:
— Bismillah, deyip parayı saklamak için sandığa doğru yürüdü... Kocası da gizlice onu takip ediyordu.
Kadın gene: «Bismillahirrahmanirrahiym» deyip parayı sandığa koyup ağzını kapattı.
Aradan bir iki gün geçtikten sonra adam kadının haberi olmadan sandığı açtı ve içinden para kesesini alıp dışardaki su kuyusuna attı. Ondan sonra da gelip karısına:
— Hanım para lâzım oldu, şu parayı getirsene, dedi.
Adam karısının parayı sandıkta bulamayacağını ve dolayısıyla da besmele çekmenin bir faide temin etmediğini anlayacağını düşünüyordu.
Kadıncağız adeti veçhile: «Bismillahirrahmanirrahiym» diyerek sandığı açtı ve keseyi almak için elini uzattı ki, kese ıslaktı. Kadın şaşırmıştı... Bu keseye sandığın içinde ne oldu da ıslandı diye düşünüyordu. Fakat kadının kocası ondan daha fazla hayret içinde kalmıştı. Çünkü biraz evvel para kesesini dışardaki kuyuya bizzat kendisi atmıştı. Vaziyeti gördükten sonra adam meseleyi kadına anlattı artık, çünkü sabredecek durumda değildi:
— Karıcığım, keseyi ben kuyuya atmıştım, fakat besmelen seni mahcup olmaktan kurtardı. Artık ben de besmelenin kerametine inandım, beni affet! dedi, karısına..
Seyahat ya resulallah
Meşhur Osmanlı Türk seyyahı Evliya Çelebi, seyahata ve birçok ülkeyi gezmesine başlamadan evvel başından geçen bir hadiseyi seyahatine vesile olarak gösteriyor ve şöyle anlatıyor:
Yemiş iskelesi yakınlarında Ahi Çelebi Camii denilen bir cami vardı. Bir gece rüyamda kendimi o camide gördüm. Derhal caminin kapısı açılıp içeri nur yüzlü, silâhlı bir kısım asker doldu. Sabah namazının sünnetini kılıp salavat getirmeye başladılar.
Aradan bir müddet geçtikten sonra, ben yanımda duran askere:
— Sultanım sizi tanıyabilir miyim? dedim.
— Aşere-i Mübeşşere'den Sa'd ibni Ebi Vakkas'ım, deyince mübarek elini öptüm.
— Bu nurlu adamlar kimdir? diye sorduğumda, bana onların nebilerin ruhları olduğunu söyledi. Ve arkadakileri göstererek, bunlar da diğer evliyaların, eshabın, Kerbelâ şehitlerinin ruhlarıdır... diye anlattı. Ve bana Hazreti Peygamberimizin gelip namaz kıldıracağını, Bilâl-i Habeşi hazretlerinin de müezzinlik yapacağını söyledi. Bana namazdan sonra mihhraptan kalkmadan Resûlullah'ın elini öper, «şefaat Ya Resûlallah» diyerek şefaat dilersin diye de öğretti Ebu Vakkas hazretleri.
Biraz sonra Hazreti Peygamber Efendimiz teşrif ettiler... «Esselâm-u Aleykûm Ya Ümmetîm» buyurdular. Oradakiler selâma mukabele ettiler. Bilâl-i Habeşi Hazretleri ile beraber müezzinlik ettik. Namazları kıldıktan sonra Hazreti Ebi Vakkas beni Resûlüllah'ın huzuruna getirdi ve:
Ya resulullah evliya kulun şefaat diler. buyurdular. Bana da «mübarek ellini öp!» dediler.
Ben, ağlayarak Resûlûllah'ın mübarek eline sarıldım ve öpmek üzereyken heyecandan kendimden geçmiştim. «Şefaat Ya Resûlallah» diyeceğim yere, «Seyahat Ya Resûlallah» demişim.
Hemen Hazret tebessüm edip, «Şefaati, seyahati, ziyareti, sıhhat ve elametle kolay eyle Ya Rabb!» buyurdular ve «elfatiha» dediler... Bütün eshap ve orada bulunanlar fatiha okudular, ben de teker teker hepsinin elini öperek oradan ayrıldım.
Ondan sonra Evliya Çelebi seyahata başlamıştır. Ve dünyanın birçok yerini gezmiş ve, haccı da eda etmiştir.
Evliya Çelebi'nin meşhur seyahatnamesinden anladığımıza göre, Evliya Çelebi sadece gezmekle kalmamış, gezdiği yerleri karış karış hesap ederek her haliyle kitabına almıştır. Bazı tenkidciler Evliya Çelebi'nin fazla mübalağa ettiği görüşünü savunurlarsa da hepsinde bir hakikat payı bulunmaktadır. Her şeyden evvel Seyahatname misline rastlanmayan bir tarih kitabıdır.
Bir garip deneme
Gazneli Sultan Mahmud bir gün divana gittiğinde bütün memleket büyüklerinin orada toplanmış olduklarını gördü. Beylerini ve vezirlerini denemek istedi. Bir mücevher çıkararak vezirine uzattı:
- "Bu nasıl bir mücevher, değeri ne olabilir?" diye sorunca vezir:
- "Bu çok kıymetli bir mücevherdir, yüz eşek yükü altın eder." dedi.
Padişah:
- "Bu mücevheri kır." dedi.
Vezir:
- "Efendim, dedi. Ben bunu nasıl yapabilirim, ben padişahımın iyiliğini dileyen bir kişiyim, eğer kırarsam, bu size kötülük olur." dedi.
Padişah vezirin bu davranışını takdir etti ve ona çok değerli şeyler hediye etti.
Padişah bir müddet konuştuktan ve bu bahis unutulduktan sonra aynı mücevheri perdecinin eline verdi ve:
- "Bunun bir müşterisi çıksa acaba buna ne verir?" dedi.
Perdeci:
- "Bu mücevher ülkenin yarısı değerindedir." dedi.
Padişah ona da:
- "Bu mücevheri kır, parçala." dedi.
Perdeci:
- "Ey sultanların sultanı bunu kırmak çok yazık olacak, böyle değerli bir mücevher ancak sizin gibi eşsiz bir padişaha layıktır, onu kırmak olmaz. Bunu yapmak padişaha ve hazinesine düşmanlık olur." dedi. Padişah perdecinin bu söylediklerini de çok beğendi ona da çok değerli hediyeler verdi.
Biraz sonra mücevheri başka birine verdi, o da benzer şeyler söyledi. Padişah ona da değerli hediyeler verdi. Böylelikle birçok kişiyi sınayan padişah sonunda sadık bendesi Eyaz'ı çağırdı ona da mücevheri vererek değerini sordu sonra da:
- "Kır bunu." dedi.
Eyaz hiç düşünmeden mücevheri paramparça etti. Etrafındakiler acıdılar:
- "Ey Eyaz ne yaptın öyle değerli mücevhere kıyılır mı, bu padişahın hazinesine ve padişaha hıyanettir, nasıl yaptın bunu?" dediler.
Eyaz şöyle dedi:
- "Padişaha gerçekten sevgi bağıyla bağlı olan için padişahın emrinden ve arzusundan daha değerli bir şey olamaz." dedi.
20 Nisan 2016 Çarşamba
Her peygamber için bir akçe
İbrahim Edhem hazretleri hurmacıdan hurma almıştı... Hurmacıdan ayrılırken yanlışlıkla bir miktar hurmayı para ile aldığı hurmaya karıştırarak götürdü ve yedi... Ondan sonra kırk gün ibadetinden bir feyz almaz oldu. O günlerde Şam'a gelmişti. Kırklara karışarak sohbetlerinden istifade etmek istemişti.
O'na:
— Sen yanlışlıkla yediğin hurma yüzünden ibadetinden bir huzur duymuyorsun. Nasıl olur da bize karışabilirsin, dediler.
İbrahim Edhem Hazretleri, Şam'dan Medine'ye gelerek hurmacıyı buldu. Hakkını helâl ettirip hurmanın parasını verdi. Ondan sonra tekrar Şam'a gitti, kırklara karışabildi...
Üç kafa
Behlül Dana Hazretleri, bir gün pazara üç tane kuru kafa getirerek satmaya başlamış ve her üçüne de ayrı ayrı fiyat takdir etmişti. Bu kafaları kaça satıyorsun diyenlere, birini bir paraya, birini on paraya, birini de ağırlığınca paraya sattığını söyledi.
Behlül'ün bu tuhaf hareketlerini seyrederlerken biri dayanamayarak:
— Ey Behlül! Bunların üçü de kurumuş kafalar olduğu halde sen üçüne de ayrı ayrı fiyat biçiyorsun. Bunların birbirlerinden ne farkı var ki? dedi.
Behlül Dana Hazretleri, bundaki esrarı şöyle anlattı:
— Şu birincisi, taş kafadır. Bunun değeri hepsinden düşük. Çünkü hu hiç nasihat dinlemez ve ihtiyaç da duymaz, ikincisi, yani on paralık kafa ise nasihat dinler ama tutmaz... Bir tarafından girer öbür tarafından çıkar. Bunun adı da boş kafadır. Üçüncüsü ise tam kafadır. Hem dinler, onunla amel eder, hem de başkasına öğretir, İşte en kıymetli kafa budur. Bunu da ağırlığınca paraya veriyorum, dedi.
Tabii ki bunda anlayanlar için büyük hikmetler gizlidir. Velilerin hareketi ilk nazarda tuhaf gibi olsa da o çok değerlidir aslında...
Paşa olmazsın demedim adam olamazsın dedim
Bir adamın haylaz, yaramaz bir oğlu vardı. Adamcağız oğluna yeri geldikçe:
— Oğlum sen adam olmazsın, derdi.
Babasının bu sözleri ise çocuğun çok zoruna giderdi. Bir gün gene babası aynı sözü tekrarlamıştı. Çocuk başını aldı gitti, İstanbul'a geldi okumaya başladı. Çocuğun tek muradı adam olmak ve babasını mahcup etmekti. Nitekim okudu, uğraştı ve türlü imtihanlardan sonra Osmanlı Devletine Paşa oldu. Unutmamıştı babasının kendine söylediği sözleri. Emrindekilere, gidin filân memlekette, filân köyde şu isimde biri var onu istanbul'a huzuruma getirin, diye emir verdi.
Paşanın adamları gittiler ve söylenen köyde Paşanın babası Mehmet efendiyi buldular. Adamcağız tarlada çift suluyordu. Yanına varıp:
— Seni Paşa Hazretleri İstanbul'a huzuruna çağırır, hazır ol gideceğiz, dediler.
Adamcağız şaşırmıştı. Bir Paşa Anadolu'nun fakir köylüsünü niçin huzuruna çağırsındı. Ne ise emir emirdir, hazırlandı, İstanbul'a yola çıktılar... Günler sonra, o zamanın şartları altında İstanbul'a varıldı... Adamcağız hâlâ suçunun ne olduğunu bilmiyor, Paşa beni ne yapacak?, diye düşünüyordu. Adamcağızı Paşa'nın huzuruna çıkardılar... Büyük bir debdebe ile babasını huzuruna kabul eden Paşa:
— Beni tanıyabildin mi? Ben kimim? diye sordu. Yaşlı adam büyük bir korku içinde idi. Oğlu olduğunu tanımamıştı.
— Siz Sadrazam efendimizsiniz, dedi.
Paşa intikamını almış olmanın gururu içinde:
— Ben senin oğlunum... Hani sen bana iki sözünün birinde «Adam olmazsın» derdin. Bak işte adam oldum, hatta Paşa bile oldum, dedi. Adamcağız meseleyi anlamıştı:
— Beni ta uzaklardan buraya bunu söylemek için mi çağırdın. Ben sana Paşa olamazsın dememiş, adam olamazsın demiştim. Sen ise beni buraya çağırmakla benim sözümü doğru çıkardın, dedi.
Haram lokma yeme
İbrahim Edhem hazretleri hurmacıdan hurma almıştı... Hurmacıdan ayrılırken yanlışlıkla bir miktar hurmayı para ile aldığı hurmaya karıştırarak götürdü ve yedi... Ondan sonra kırk gün ibadetinden bir feyz almaz oldu. O günlerde Şam'a gelmişti. Kırklara karışarak sohbetlerinden istifade etmek istemişti.
O'na:
— Sen yanlışlıkla yediğin hurma yüzünden ibadetinden bir huzur duymuyorsun. Nasıl olur da bize karışabilirsin, dediler.
İbrahim Edhem Hazretleri, Şam'dan Medine'ye gelerek hurmacıyı buldu. Hakkını helâl ettirip hurmanın parasını verdi. Ondan sonra tekrar Şam'a gitti, kırklara karışabildi...
Merkel Edenfield kuyusu
Halen istanbul'un, Topkapı civarında, istanbulluların ziyaret yerlerinden biri de Merkezefendi'nin tûrbesidir. Merkezefendi mezarlığına da adını veren bu büyük velînin menkıbeleri anlatılmakla bitmez. Bunlardan bir tanesi de Merkezefendi'deki kuyunun hikâyesidir. Bugün hâlâ kerametine inanılan bu kuyunun ilk kazılışının sebebi şöyle olmuştur:
Bir gün Şeyh Merkezefendi, seccadesini sermiş namaz kılmakta idi. Başını seccadeye koyduğu zaman yerin altından bir ses:
— Ya Şeyh! Ben burada yedibin yıldır kırmızı"renkli, sedef lezzetli hayat pınarıyım... Emrinle yeryüzüne çıkmaya hazırım. Beni Cenabı Hak humma hastalığına yakalananlara şifa olarak halketti. Elbette sen beni bu hapisten kurtaracaksın, diye yalvarmaya başlar. Şeyh Merkezefendi müridlerine:
— Gelin ahbaplar, şu seccadenin bulunduğu yerde bir kuyu kazalım, der ve Bismillah diyerek yere ayağını hızlıca vurur. Etrafında bulunan bütün sadık dervişleri başına üşüşür ve oraya bir kuyu kazılır.
Merkezefendi kuyusu diye anılan o kuyudan her kim her Sabah aç karnına besmele çekerek içerse humma hastalığından şifa bulurmuş. Şimdi hâlâ aynı kuyu durmaktadır.